eskilerden bir oyku, kalsin burda….



Kırt kırt kırt


- Yapma anneee... Eve gelince herşeyi ya makineye atıyorum, ya da sirkeli karbonatlı suyla siliyorum ben.” Hiçbişeycikler olmaz, hem o beyaz deri pantolonum nasıldı ama?
- Kimbilir kim giymişti daha önce, bitli mi, bitsiz mi, uğurlu mu uğursuz mu? Bir de onu kıçına takıp gittin ya liseliler buluşmasına, ne diyeyim daha!
- Zaten giyiş o giyiş oldu. Ahın tuttu valla, geçen haftaki fırtınada mandallarından sıyırılmış, hop balkondan aşağı. Bütün sokak komşularına sordum ama, gören olmamış işte. Bak, demek biri beğenmiş almış işte, o kadar da bitli değilmiş bak!
Her evine gidişimde annemle sıradan, gündelik konuşmalarımızdan bir kesit işte. Hiç vazgeçmiyor, her şeyime karıştığı yetmezmiş gibi sözü dönüp dolaştırıp benim bit pazarı hastalığıma getiriyor. Hastalık mı, dedim. Bak benim dilimi de alıştırmış işte. Haklı olabilir çünkü bu merakım biraz abartılı boyutlara ulaştı ve de orada olamadığım her hafta sonu bende ne huzur bıraktı ne de keyif. Önceleri Kahramanlar'daydı bu pazar. Evime yakın, erken kalkamayan ben o gün, en salaş pantolonumu, gizli cepli yeleğimi  giyiyordum, (telefon alma yanına, çalınır malınır, bir cebe bozuklar, bir cebe 5, 10, 20 milyonları stokla) gidiyordum avanak avanak gezinmeye.. Bir ara Yeşildere'ye taşındı, arabayı mahalle aralarında bir yere park edip oralara da gitmeyi başardım. Ne cesaret ama, iyi ki çalmadılardı lastiklerini aynalarını falan... Epeydir Halkapınar'da. Cumartesi sabahından, hatta cuma gecesinden başlıyormuş da kurulmaya, ben hiç gitmedim, sadece pazarları, şükür o kadar delirmedim daha.
Önceleri likör kadehlerini topluyordum, ne işime yarayacaksa, maksat biriktirmek olsun işte, likör bile sevmem ben aslında, varsa yoksa bira. Sonra porselen pasta tabaklarına geçtim, derken kahve fincanlarına (laf aramızda Türk kahvesi de sevmem). Ordan yürüdük gittik sonra, işte nasıl olduysa bir başladım ben toplamaya... eski anahtarlar, makaslar, şapka kutuları, kültablaları, dantel ve broderi parçaları, çerçeveler, zeytinyağı şişeleri, cam sürahiler, masa saatleri. Takı yapıyordum, hapisane işi boncuk kuşlara dadandım. Resme merak sardım, başladım eve eski hayalet olmuş artık çerçeveleri, yarıda kalmış heveslerin en düşmüş hallerine dönüşmüş tuvalleri yığmaya. Buldan işi perdeler, bir dev kilim (bizim kuzenle eve bir taşıyışımız var ki, görülmeye değer). Binyama kursuna gittim, haydaaa eski kot, dantel, broderi parçaları da öbekler oluşturmaya başladı salonda. Bir uzun kızıl saçlı peruk (yıkayamamıştım, keçeleşmişti ve harbiden galiba bitliydi o, kimbilir nerede şimdi), eski siyah bir çevirmeli telefon, 2 pirinç havan ve ahhh güzel istanbul hatırası, körüklü/pedallı dev bir fotoğraf makinesi (objektifini taktık da arap portremi bile çektiydik onunla (bodrumda yatıyor şimdi), bir de o beyaz deri pantolon- ahh ne güzeldi, binici kesimi hem de - sözü edilmeye değer ganimetlerimdir.
Nereden nereye....Şimdi bu yeni tutku bende geçen kış başladı. Anaaa, ben kutu neden toplamıyorum ki, dedim kendime. Neden, sahi be, dedim yine kendime. Sınıflandırma ve düzenleme konusunda süper başarısız biri olduğum halde, eski fotolarımı koyarım dedim, gümüş takılarımı, filmlerdeki gibi çocukluktan güzel anı parçacıklarını, düğmelerimi, makaralarımı, kalemlerimi, koyacak şey mi yok sanki, sen başla bakalım bulmaya! Önceleri tenekeden üstü resimli şeker, lokum, sakız, incir kutuları derken tahta kutulara geçiverdim. Bayağı biriktiler de, ev desen bit kadar, raf yok dizmeye ki zevkime göre sıralayıp eşe dosta göstereyim gelince, gururla. (Bu arada para desen, dayanır mı? Bütün hafta kaşarlorlumakarnaya veriyorum kuvveti, salçalı kızartmalara, soğuk sebzelilere, birayı bile idareli içiyorum, o derece yani)
Dün yine annemdeyim, doğumgünü çünkü, komşular doluşmuş, pasta çörek, börek, kısır, mercimekli köfte muhabbeti. “Anne, dedim. Bak bu da benim armağanım, seksenikinci yaşgünün kutlu olsun.” Paketi elinde evirdi çevirdi, mor haritalı elleriyle ağır ağır sıyırdı kağıtları, fiyongu, “İyi de ne koycam ben şimdi bunun içine” dedi. Anne, bak bu 50 yıllıkmış, antikacı söyledi (külliyen yalannnn), rahmetli teyzemin de vardı hani, hep isterdin de kıyamazdı, kayboldu gitmişti ya, oğlu İngiltere'den gelip yarım saatte tüm eşyalarını  eskiciye vermişti ya toptan hani, tıpkı onun gibi değil mi? Başucuna koy sen bunu, ilaçlarını, tesbihini, dua kitabını koy, evlilik fotonuzu, düğünden kalma küpelerini (elmas zannediyor da değil zirkon, çaktırmıyoz) koy, cep telefonun dışarda dursun, arayan olur bakarsın (gerçi onu da duymuyor da, neyse) geçmişten en şahanesinden bir arkadaş aldım işte sana, niye beğenmiyorsun ki?
- Peki, madem, eksik olma kızım, o kırmızı boleroyu da alacan ama söz ver bana, dedi.. Hani arkadaşınla geldiğinizde üstündeydi, aklım kaldı vallahi, ne güzel şeydi o öyle.
- Onu da alırım anne, haftaya gelirken getiririm, tamam mı? Diyemiyorum ki bir türlü, anlamaz, çok aradım ama senin bedenine uygununu bulamadım ben onun, bu cüsseyle nasıl sığacaksın acaba içine 50 bedenin?
Şimdi evdeyim. Annemden yalnız dönmedim bugün, tahta kutu da takıldı peşime, takkk o da bir iki ıvır zıvırı ittirip, su şişesini kaktırıp yanımdaki komodinin başköşesine kuruldu. Dedi ki annem “Al sen, götür bunu kızım. İçinde kurt var bunun, kırt-kırt-kırt-kırt sabaha kadar uyutmadı beni. Boşaltıp salondaki büfenin arkasına, misafirlik sehpa örtülerinin arasına sakladım, ordan bile kırt-kırt-kırt- kırt, sabah ezanına kadar rahat huzur vermedi.”
Vay be, ne kutuymuş meğer, geçmişin sesini içine canlı canlı saklamış, helal olsun verdiğim yirmiüç liraya, dedim... Su şişesini kenara ittim, Hollanda'daki benim vefasız kızın mezuniyet fotoğrafını, artrit ve tansiyon haplarımı, melek kedim Gilda'nın pembe çıngırdaklı tasmasını, rahmetlinin işporta işi kravat iğnesini (takınca nedense kendini pek çapkın zannederdi de çok gülüşürdük), bir de sahici elmas küpelerimi doldurdum tıka basa içine. Cep telefonu dışarıda kalsın, bizim kız aramaz da, ararsa bir ihtimal belki, duyayım diye.
Son sayfalarındayım , birazdan şu elimdeki kitabı bitireyim,  ışığı kapatayım, bakalım bir de ben duyayım şu kırt-kırt-kırt-kırtları...
Haa, annem yine sordu demin telefonda kırmızı boleroyu,  özel imalat diktirecem ben onu anne, dedim, firma iflas etmiş, iyi bir terzi buldum Kemeraltı'nda. Öyle yakışacak ki giyince, bekle biraz sen hele!

Deniz D.Susan
16 Kasım 2017 Güzelyalı

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

....Paris, bana hosgeldin dedin mi?

hiçbir insan hep aynı insan değildir.

dikkat..bu filme dikkat..ağladım, o derece!